Şiilik'in Ortaya Çıkışı
ذخیره مقاله با فرمت پی دی اف
Şiilik tarihi açısından genel ve kapsamlı bir bakışla Şiîlik’in ortaya çıkış tarihini,
İslam tarihi dışında özel bir tefsir ile sunmaya çalışmak yerine, Şiîlik’in doğuşunu
İslam’ın doğuşuyla birlikte ele almak gerekir.
Peygamber’in (s. a. a) vefatından sonra, tarihi olayların oluşumunda ve karşılaşılan siyasi, fikri, akidevi ve şer’i meselelerde İslamî “
Ümmet ve
cemaat” içerisinde zamanla birbirinden farklı ve bazı konularda tamamen zıt görüşlü ve birbirlerine düşmanlık besleyen iki grup oluşmuştur.
Eski ve yeni,
Müslüman ve
oryantalist (doğu uzmanları) araştırmacıların ve yazarların birçoğu, Şiîlik’in tarihte ortaya çıkışı ve yayılması konusunda, bazen haksız ve doğru olmayan kanıtlar, bazen de yetersiz bilgi veya inat ve
mezhebi eğilimler nedeniyle, hakikatten uzak varsayımlar öne sürmüşlerdir. Örnek olarak bu varsayımlardan birkaçına değinelim:
Şiîlik,
İranlıların kudretli ve heybetli imparatorluklarının
bedevi Araplar ve yeni Müslümanlarca yenilgiye ve hezimete uğraması karşısında ortaya çıkan intikam alma duygusunun bir ürünüdür. İranlılar sonuç olarak görkemli uygarlıklarını ve efendilik unvanlarını kaybettiler ve Müslümanlardan intikam almaya ve İslam’ı bozma fikrine koyuldular. Onlar bu hedeflerine, Şiîliği ortaya çıkararak veya kendilerini Şiîliğe yakınlaştırarak ve İslam ümmeti arasında sorunlar icat ederek ulaşmaya çalıştılar.
İmam Ali’nin (a. s) ilk Şiî ve yarenlerinin çoğunluğunu oluşturan ve kendi geçmiş kültürlerinin etkisinde kalan
Kahtani Araplar (güneyliler ve
Yemeniler) , Şiîliği ortaya çıkardılar. “
Vasi” ve “
Varis” gibi onların köklü kültürel sünnetlerinden esinlenmiş terimler Şiî sözlüklerine girmiştir.
Bu konuda en revaçta olan görüşlerden birisi de Şiî mezhebinin kurucusu varsayılan
Yahudi asıllı “
Abdullah İbn Sebe”nın, bazı Yahudi düşünce ve öğretilerden alıntı yapıp onları, İslam’ın bazı öğretileriyle devşirme yoluyla bu mezhebi ortaya çıkardığı görüşüdür. O, İmam Ali (a. s) taraftarlığı adı altında ve Ali (a. s) hakkında yazdığı “Akval-i Galiyane” kitabıyla, sonraları Ali Şia’sı olarak tanınan topluluk arasında hedefini gerçekleştirmiştir.
Batılı oryantalistlerden,
nasyonalist İranlılardan ve Müslüman
Sünni yazarlardan ziyade, bazı yazarlar ise
Sasani hükümdarı
Yezdigerd’in kızı
Şehribanu’nun İmam Hüseyin (a. s) ile evlenmesi ile
İmam Seccad’ın (a. s) doğumu konusu üzerinde durmuşlardır.
Böylece Şiîliğin asıl kuruluşunun, yayılmasının ve
Fars kavmi ile bu mezhebin dinî ve kültürel öğretilerinde etkileşiminin, İranlıların bu mezhebe yönelmelerinin bir ürünü olduğunu belirtmişlerdir. Bu yazarlara göre bu yönelme, evlilik bağının bir neticesidir.
Şiîlik mezhebi,
Ehlibeyt (a. s) imamlarının, özellikle
İmam Bakır (a. s) ve
İmam Sadık'ın (a. s) çabalarının mahsulüdür. Onlar bu yolla, toplumda
ruhaniyet makamını ele geçirme peşindeydiler. Bu yüzden halifelerin ve peygamber
sahabelerinin aleyhine
hadisler icat ederek ve kendi faziletleri ve makamları konusunda taşkınlıkta öncü olarak, Şiîliği oluşturdular.
Bazıları Şiîliğin ortaya çıkışını tarihi yönden Peygamber’in (s. a. a) vefatından sonra ve “
Sakife”de birinci
halifenin seçilmesi ile eş anlamlı olarak algılamaktadırlar.
Bunlara göre, bir gurubun
Ebu Bekir’in seçilmesi konusunda sahabenin itirazı ve İmam Ali’nin (a. s) diğer halifelere karşı, hakkaniyetine dayalı konuşmalar, böyle bir iddianın delilidir.
Şiîlik,
Osman döneminin sonlarında ve
Cemel savaşında ortaya çıkmıştır.
Şiîlik,
Sıffin savaşında ve
hakemiyet olayından sonra zuhur etmiştir.
Şiîlik,
Kerbela olayı ve İmam Hüseyin’in (a. s) şahadetinden sonra oluşmuştur.
Son dört görüşü iki şekilde tefsir edebiliriz: Birincisi, bu düşünceye sahip olanların muradı, “Şiîlik” kelimesinin çeşitli durumlarda İmam Ali’nin (a. s) takipçileri olan grup için kullanımı, revaç bulması ve özel isim haline gelmiş olmasından kaynaklanabilir. Birinci tefsire göre, son görüş olan Şiîlik kelimesinin Kerbela dramından sonra ve “
Tevvabin” kıyamı sırasında revaç bulması ve resmiyet kazanması ihtimali, birçok tarihi senete dayanması sebebiyle güçlü bir ihtimaldir.
Bazıları, Şiîliğin
Buveyhiler ve
Safeviler gibi bazı Şiî hükümetlerinin siyasetleri ve baskıları sonucu ortaya çıktığına inanmaktadırlar.
Safevi padişahları tasavvufi ve abartılı olan inançlarını bir diğerine aktarmış, Şiîlik adı altında da bu inançlarını kılıç ve süngü zoruyla İranlılara aşılamışlardır. Bu mezhebi de önceleri Sünni mezhep olmalarına rağmen İran’da İslam mezhebi olarak yaymışlardır.
Yukarıda belirtilen görüşlerin ön kabulü, Şiî mezhebinin Peygamber’in (s. a. a) hayatından sonra oluştuğu ve gerçekte İslamî bir hüviyete sahip olmayan bir akım olduğudur.
Yani bu akım kökünden
kavimcilik,
siyaset, intikam ve kin üzerine kurulmuş ve milliyetçi akımlar üzerine bina edilmiştir. Aslında Yahudi,
Hıristiyan ve son olarak da
Mecusi ve İrani sünnetler üzerine kurulmuş ve İslamî öğreti ve [[|din]] kisvesine büründürülmüştür. Aynı zamanda İbn Sebe gibi Yahudi olan ve amacı İslam ümmetinin birliğini parçalamak olan şahıslar tarafından kurulmuştur. Başka bir tabirle bu insanlar hak din ve doğru yolun karşısında -ki
Ehli Sünnet onun temsilcisidir- dini saptırmak ve
bidat koyma görevini üstlenmiş kimselerdir. Ehli Sünnet’e mensup mezhep uzmanları, en baştan Şiîlik akımını Ehli Sünnet çoğunluğu karşısında uydurma bir azınlık, kurtuluş fırkasının karşısındaki helak edici bir
fırka,
rafizi, kitaba, peygamberin ve dört halifenin sünnetine uyan müminlerin karşısında, onları terk eden bir akım olarak tanıtmışlardır. Son zamanlarda birçok batılı araştırmacı da, onlara uyarak resmiyette Şiî İslam anlayışını hak İslam dininden ayrılmış bir akım olarak kabul etmektedirler.
Araştırmacı mantığı her mektebi veya dini doğru tanımak için ilk adımda yapılması gereken şeyin, o mektebin ilk ana ve önemli kaynaklarına müracaat edilmesine, o mekteple doğrudan temasa geçilmesine ve o mektebin taraftarlarıyla konuşarak karşılıklı anlayışla birliktelik içinde araştırma yapmayı hükmeder. Bundan da öte, muhalif gurubun, ön yargılardan ve
taassuptan uzak kalmaya çalışmış kaynaklarına müracaat edilmesi gerekir. Son olarak da muhalif gurubun mutaassıp görüşlere sahip yazarların bilgilerinden faydalanılmalıdır. Zira bu kaynakların köşe bucağında araştırmanın aydınlığa kavuşmasını sağlayacak ayrıntılar mevcuttur. Açıkçası şunu dile getirmek gerekir ki yukarıda düşüncelerini aktardığımız görüş sahipleri, bu mantığa riayet etmemişler ve sonuç olarak da kendi hayal ürünlerini ortaya koymuşlardır.
Şunu da eklemek gerekir ki gerçekte Şiîliğin ortaya çıkışı sorusu aslında konuyu yanlış ele almaktan kaynaklanır. Zira bu soru, şu ön kabulü gerektirmektedir ki; Şiî tarihi İslam tarihinin dışında bir tarihtir. En doğru bakış açısı ise konuyu şu şekilde ele almaktır: Şiî ve Sünni mezheplerinin ayrılması, İslam tarihinin hangi zaman diliminde gerçekleşmiştir? Bu şekilde Şiîliğin ortaya çıkış konusu ele alındığında aynı şekilde Ehli Sünnet’in de tarihte ortaya çıkışı söz konusu olacaktır. O halde ön kabulümüz, hem Şiî ve hem de Ehli Sünnet’in İslam’ın doğuşuyla ortaya çıkmadıkları değil, bilakis İslam’ın doğuşuyla birlikte ortaya çıktıkları ve kutsal İslam metinlerini iki farklı anlayışla tefsir ettikleri ve gittikçe bu farklılığın genişlediği ve tarihsel bir gerçeğe dönüştüğü yolunda olacaktır. Sonuçta da bu ayrım uç noktaya ulaşmıştır. İlk dönemde bu sorunun ortaya çıkmasını engelleyen Peygamber Efendimizin (s. a. a) varlığı olmuştur. Dinin farklı şekillerde tefsir edilmesinde mihenk taşı rolünü üstlenerek her türlü ihtilafın önünü almıştır. Bu konuda
Kuran’ın emirleri sarih ve apaçık bir yapıya sahiptir. “Allah ve Peygamberi bir şeye hüküm verdiği zaman hiçbir
mümin erkek ve mümin kadına kendi işlerinde (isteklerine göre) seçme yoktur. ”
Bu nedenle tarihi farklılıkları, tek başına bidat ve sapıklığı oluşturan temel ve muteber unsurlar olarak telakki edemeyiz. Buna dayanarak Şiîlik akımını da kendine özel tarihi olan bir azınlık olarak hüviyet kazanmış kabul edip İslamî çerçevenin dışına itemeyiz.
İnançsal bir akımın, ansızın hiçbir ön zemine taşımadan ortaya çıktığını kabul edemeyiz. Daha önce de değinildiği gibi bazı önemli ve eski tarihi kaynaklarda bazı sahabenin Ebu Bekir’in hilafetine muhalefet ve itiraz ettikleri, gerçekte bu itirazın İmam Ali’nin (a. s) hilafet makamından mahrum bırakılmasına olduğu belirtilmiştir.
Bu söylem açıkça Peygamber’in (s. a. a) bazı önde gelen sahabelerinin, hilafetin İmam Ali’nin (a. s) hakkı olduğunu ve bu makama diğerlerinden daha layık olduğunu bilmesiyle birlikte İmam Ali’yi himaye ettiklerini göstermektedir. Bu sahabelerin İmam Ali’yle (a. s) olan özel ve manevi bağları, onların Sakife olayına itirazda bulunmalarına sebep olmuştur. Ama burada dikkate değer nokta şu ki, ashabın İmam Ali’yle (a. s) olan özel, ruhani ve manevi bağı ansızın, birdenbire ortaya çıkmamıştır. Aksine böyle bir bağ önceden oluşmuş bir zeminede, aşamalı ve belirli bir süreçte ortaya çıkmıştır.
Peygamber (s. a. a) zamanında sahabeden bazılarının İmam Ali’ye (a. s) karşı özel manevi ve ruhsal bir bağ kurdukları ve git gide o Hazret’in (a. s) dostları olarak tanındıklarını gösteren önemli tarihi şahit ve deliller mevcuttur. Şiî kelimesi de işte bu zaman diliminde bu manada bu topluluğa nispet verilmiştir.
Ebu Hatem Razi’nin verdiği bilgiye göre Şiîlik, en eski fırka ve mezhebin adı olup Peygamber (s. a. a) zamanında hazretin kendi dilinden duyulmuştur. Ebu Hatem’e göre Şiî, Peygamber (s. a. a) zamanında yaşayan İmam Ali’nin dostluğu ekseninde kurulmuş topluluğa verilen addır.
Selman-i Farisi,
Ebuzer Gaffari,
Mikdat b. Esvet,
Ammar b. Yasir de bu topluluğun bir parçasıdır. Tarihi kaynaklarda bu topluluk “Revvadut-Teşeyyu’” yani Şiîliğin öncüleri olarak nam kazanmışlardır.
Şiîlik kelimesi sözde onlar hakkında bir anlam ifade etmiyordu. Aslında Şiilikten kasıt İmam Ali’nin (a. s) dostları, hayranları ve arkadaşları murat edilmekteydi. Ama var olan şahit ve deliller, bu topluluğun Şiîliğin kaynağı ve temel taşı olduklarını göstermektedir. Peygamber’in (s. a. a) vefatından sonra İmam Ali (a. s) döneminde, Hazreti İmam Hüseyin’in (a. s) şahadetinde ve tevvabin hareketinde tamamen farklı bir hüviyete büründü.
Birçok Ehli Sünnet ve Şiî kaynaklarında aktarıldığı üzere bu topluluk Peygamber (s. a. a) zamanında, Hazret’in (s. a. a) kendi diliyle “Ali’nin Şiîleri” olarak adlandırılmışlardır. Örnek olarak “İman edip doğru işler yapanlar ise, yaratıkların en iyileridirler. ”
Ayetinin tefsirinde
Suyuti,
İbni Asakir kendi senediyle
Cabir b. Abdullah’tan şöyle rivayet ediyor: Biz Peygamber’in (s. a. a) huzurundaydık, Ali (a. s) geldi. Peygamber (s. a. a) dedi ki: “Canım elinde olana ant olsun ki bu adam ve Şiîleri kıyamet gününde kesinlikle kurtuluşa erenlerdir. ” İste o an yukarıda zikredilen ayet nazil oldu.
İbni Hacer Heysemi de zikredilen bu ayetten sonra şu rivayeti
İbni Abbas’tan nakleder: “Bu ayetin nazil oluşundan sonra Peygamber (s. a. a) , İmam Ali’ye (a. s) hitap ederek dedi ki: “Sen ve senin Şiîlerin Hayru’l Beriyye’siniz (yaratılanların en hayırlısı). Sen ve Şiîlerin Allah’ın sizden razı olduğu ve sizin de O’ndan razı olduğunuz halde kıyamette toplanacaksınız. ”
Ayrıca yine Hacer Heysemi nakleder ki: İmam Ali’nin (a. s) kendisi
Basra’da bir topluluğa Peygamber’in (s. a. a) şu sözünü nakletmiştir. “Sen ve Şiîlerin Allah’ın sizden razı olduğu ve sizin de O’ndan razı olduğunuz halde Allah’la mülakat edeceksiniz. ”
Diğer kaynaklarda da örneğin: “
Yenabiul-Meveddet,
Nuru'l-Ebsar,
Tefsir-i Teberi ve
Ruhu'l-Meani” her birinde değişik şekillerde zikredilen bu hadis nakledilmiştir. Günümüz yazarlarından
Ahmet Emin,
Suphi,
Allame Tabatabai,
Seyit Hüseyin Nasr gibi İslam bilginleri Peygamber’in (s. a. a) hayatı zamanında böyle bir topluluğun var olduğunu dile getirmişlerdir.
Hazreti Ali’nin (a. s) Şiîleri genellikle toplumun alt kesiminden olan kişilerdi. İmam Ali’nin (a. s) sahip olduğu ayrıcalıklı özellikler yavaş yavaş Ona bağlanmalarına yol açtı. Hazret (a. s) Peygamber’in (s. a. a) evinde büyümüş, amcasının oğlu, damadı, ashabın içinden Ona en Yakîn olan insandı. Peygamber efendimizin (s. a. a) kendisi çeşitli münasebetlerde ve
risaletinin değişik zaman dilimlerinde Hazreti Ali’yi (a. s) öven sözleri, ashaptan bazılarının Ali’ye (a. s) karşı böyle bir inanç ve bağ kurmasına ve bu bağın güçlenmesine yol açtı. Peygamber Efendimizin (s. a. a) şu sözü: “Ben ilmin şehriyim Ali’de onun kapısıdır. ”
İmam Ali’nin (a. s) sahip olduğu dinî bilgi ve
ferasetin göstergesi konumundadır. Hazret’in bu sözü, O önderin ve taraftarlarının dinî duruş ve davranışlarının sağlamlığına delalet etmektedir. İmam Ali (a. s) ,
Beni Haşim boyundan ve
Kureyş kabilesinden ve Peygamber’e (s. a. a) en yakın kişi olmasına rağmen ferdi yaşantısında şatafatsız, sade, zahitçe bir hayat sürdürmekteydi. Aynı zamanda Peygamberle (s. a. a) omuz omuza risaletin en zor dönemlerinde savaşlarda eşsiz bir cesarete sahip olan ve ferdi ve toplumsal seçkin ahlaki sıfatlara sahip bir insandı. İmam’ın (a. s) şahsiyeti ve sahip olduğu sıfatlar, Onun ashabın gözünde yücelmesine, ashabın Ona gönül vermesine ve Onu Peygamber’den (s. a. a) sonra gelen ilk şahsiyet olarak tanımalarına sebep oldu. Bu özellikler yalnızca bir şahısta toplanmıştı. Bu, ashapta Ona karşı duygusal bir bağ, ruhî ve manevi birliktelik oluşmasına ve zamanla artmasına neden oldu. Öyle ki sonunda İmam Ali (a. s) eksenli özel bir topluluk olarak anılmalarına yol açtı. Bazıları bu özel bağın adını “Manevi Şiîlik” olarak tanımlamışlardır.
İşte bu topluluk Sakife ehlinin aldığı karara itiraz ederek İmam Ali’nin (a. s) Peygamber’in (s. a. a) peşi sıra halife olması gereken yegâne şahıs olduğunu ilan etmişlerdir. Bu itiraz onların, İmam Ali’nin (a. s) Peygamber’den (s. a. a) sonra Müslümanların en üstünü ve sahabeler içinde Onun (s. a. a) halifesi olmaya en layık kişi olduğuna inandıklarını göstermektedir.
Bu tahlildeki en önemli nokta, bu gurubun sahip olduğu
Alevi anlayışın Peygamber’in (s. a. a) zamanında var olduğu ve Onun onayını almış olmasıdır. Buna göre Şiîlik asaleten:
İslam’ın zahiri ve batınının, Ali’nin (a. s) zahiri ve batınıyla özdeşleşmesidir. Ali’nin (a. s) İslam anlayışı öyle anlayıştır ki ilahî öğreti ve Peygamber sünnetinde hiçbir sapıklık, sapkınlık, yanlış anlama söz konusu dahi olmamıştır. Bilakis ilahi öğretilerde derin bir idrak, hakiki
zahitlik anlayışı içinde arifane bir maneviyat, içi dolu bir
şeriat, baştan aşağı
yakîn ile dolu bir
iman, mekarimul-ahlak (güzel ahlak) , erdemlilik, eşrafçılıktan uzak olma, kabilesel ve ırksal ayrıcalıklara itina etmeme, Peygamber’e (s. a. a) sorgusuz sualsiz itaat etme vb. sıfatlar O’nda tecelli etmiştir.
Geçen zaman zarfında, Sakife olayında, Osman’ın hilafetinin son dönemleri ve katlinde, İmam Ali’nin (a. s) hilafeti döneminde,
İmam Hasan’ın (a. s) barışında, Kerbela hadisesinde, İmam Bakır ve İmam Sadık’ın (a. s) gerçekleştirdikleri ilmî ve kültürel hareketlerde Şiîlik, kemal noktasına ve icmalden tafsile ulaştı. Kelamî, fıkhî, tarihî, siyasî ve toplumsal yapıda bütünüyle seçkin bir hüviyete kavuştu. İslam ümmetinin sahip olduğu iki köklü topluluktan birine dönüştü. İşte bu yüzden Şiî kelimesi, sözlük manasının dışına çıkıp ıstılah ve terimsel manada resmiyet kazandı. Bu akımın en önemli özelliği, Peygamber Ehlibeyti’nin (a. s) imamet, İslam camiasının idaresi ve İslamî öğretilerin açıklanmasındaki sözleridir.
Temelde İmam Ali (a. s) eksenli bir oluşum olan Şiîlikte “
İmamet” en önemli rükün ve aşılmaz bir kale ve “İmam” Şiî mezhebinin temeli, ana direği ve İslam’daki birçok tartışmanın mihveri olmuştur.
Selman ve Ammar gibi kimselerin o zaman ki sözleri ve geçmişleri, ashaptan olan bu gurubun, İmam Ali’nin (a. s) sahabelerin en üstünü ve neticede Peygamber’den (s. a. a) sonra hilafete ve Müslümanların önderliğine en layık kişi olduğuna inandıklarını gösteriyor.
Öyleyse onların teşebbüsleri sadece siyasi değil aynı zamanda “İtikadî-Siyasî” dir.
Şiî İslam anlayışında başka bir tabirle Alevi İslam anlayışında İmam’ın şahsiyeti, davranışları ve Allah’ın kitabı ve Peygamber sünneti
konusunda sahip olduğu derin bilgi ışığında ve ayrıca Onun muvahhidî, zahitçe ve arifane yaşam tarzından etkilenen Selman, Mikdat, Ebu Zer… gibi sahabelerin ruh, mana ve şeriatın batınına teveccüh etmeleri başlangıçtan beri var olan bir şeydi.
Bu iş zahitlerin ve devamında
tasavvuf ehlinin İmam Ali’ye (a. s) ve bu açıdan da Şiîliğe yönelmelerine yol açtı. Aynı şekilde diğer birçok fırka, tutum ve davranışlarını Ona (a. s) uygun hale getirerek kendileri için bir meşruiyet kazanma çabası içine girdiler.
Şiîlerin inancına göre şu çok açıktır ki İslam Peygamberi (s. a. a) , Allah’ın emriyle şahsen İmam Ali’yi (a. s) kendinden sonra imam, vasi ve halifeliğini risaletin çeşitli dönemlerinde tayin etmiştir. Şiîler de bu hususta tamamı Ehli Sünnet kaynaklarında da nakledilen
Nass’a ve “İnzar ayeti”, “Menzilet hadisi” ve hepsinden de önemli “Gadir-i Hum Hadisi”ne istinat etmişlerdir.
Sonuç olarak, Şiîliğin ortaya çıkışı hakkında zikredilen on tane varsayımın tamamı temelsiz ve gerçekten uzaktır. Eğer bu varsayımlar taassup ve inat üzere değillerse, bilgisizlik ve İslam tarihi hakkında özellikle risalet döneminde, halifeler döneminde ve İslam’ın ilk asırlarında yaşanan hadiseler hakkında çok az bilgi sahibi olmayı gerektirir. Tarihî araştırmalar şunu gösteriyor ki ne İbni Sebe varsayımı, ne İranlıların intikam alma duygusu, ne akrabalık konusu, ne kabilesel ve kavimsel sorunlar ve ne diğer görüşlerin hiçbiri tarihî gerçeklerle bağdaşmamaktadır.
Wikifeqh Araştırma Gurubu
Kategori:Şiilik Kategori:İslam Tarihi Kategori:İmamet ve Hilafet Kategori:İslam Mezhepleri Kategori:Abdullah İbn Sebe Kategori:Kurtuluş Fırkası Kategori:Sakife